|
My House on Web
|
|
-Web-Uzmanı
www.aybuke-1997hepsim.tr.gg
|
|
Sürpriz haber |
Melek Çe
Dilek ve Müge'nin tatil hediyesi birer çift paten olmuştu bu yaz. İkisi de patenleriyle ayakta durabilmek için günlerce uğraştı. Dilek:
- Doğrusu bu bisiklete binmeyi öğrenmekten daha zor bir iş, diyordu.
Sonunda ikisi de çalışmalarının karşılığını aldı ve kaymayı öğrendi. İlkerlere de yeni patenleriyle geldiler. Harika kayıyorlardı. Böylece Müge'nin peşindeki zenciyi bile atlatmayı başarmışlardı.
Patenleri görünce İlker kaykayını çıkardı. Bu da onun tatil hediyesiydi. Tabi İlker'in kaykayı olunca Uluç ve Batuhan'ın da birer kaykayı oldu. Ama onlar iki ay para biriktirmek zorunda kaldı. Hatta Batuhan açıkta kalan miktar için babasına on iki tane kitap okuma sözü vererek kredi aldı. İlker, Uluç, Batuhan üçlüsü, artık bisikletle değil kaykayla geziyorlar.
Osman ve Hamza bisikletleriyle geldiklerinde ajan kılıklı adamlar yine peşlerindeydi.
Diğer arkadaşlarımız gelene kadar bir süre bahçede kaykay ve patenleriyle hünerlerini sergilediler. Çok eğlenceliydi.
Çok geçmeden Mete, Yağmur ve Tilda da geldi. Birlikte İlker'in odasına çıktık. Oda BJK ve unutulmayan Beşiktaşlı oyuncuların posterleriyle doluydu. İlker sakladığı yerden CD'leri ve DVD'yi çıkardı. İlker'in CD'leri sakladığı yeri görünce hayretimizi ister istemez gizledik. Çünkü bu konu hakkında konuşmamaya söz vermiştik. İşte bu yüzden hayretten açık kalan ağızlarımızı çabucak kapadık. Mete bilgisayar başına oturdu. CD'lerle ilgili olarak bizi bilgilendirmeye başladı. Daha sonra elimizdeki verilere göre bir plan yapacaktık. Tabii bu plan yine elimizdeki bilgileri korumaya ve ajan kılıklı adamların sırını çözmeye yönelik olacaktı.
- Anladığım kadarıyla şu ilk üç CD birbirinin devamı. Dördüncüsü de hepsini içeren bir DVD. Yani dördüncüyü ele geçiren bütün bilgilere sahip olur, dedi İlker.
Dördüncü Müge'deki CD idi. Yani CD sandığımız DVD.
Hamza;
- Prof. Göğebakar amma da zeki adammış.
- Evet, ama ne yazık ki şu anda kayıp, dedi Müge.
O sırada telefon çaldı. Telefona cevap veren İlker birden çok neşelendi. Arayan Jankat'dı. Osman'ı, Mete'yi, Batuhan'ı sırayla aramış ama ulaşamamıştı. Sonunda Uluç'un annesi İlker'lerde toplandığımızı söylemişti.
- Telefon kulübesinden arıyorum, sizi çok merak ettim, diyordu.
Jankat'la hepimiz konuşmak istiyorduk. Antalya'da tatilinin çok güzel geçtiğini söylüyordu. Öyle heyecanlı konuşuyordu ki, odada bulunan herkes sesini kolaylıkla duyabiliyordu.
- Siz de buraya gelin, ne olur, dedi. Bu önce komik bir teklifti. Fakat Müge ile konuştuğu bir sırada:
- Burada kimi gördüm, bilin bakalım! Bilim merkezinde tanıştığımız Prof. Göğebakar'ı. Ama biraz tuhaftı. Saçı sakalı birbirine karışmış. Onunla konuşmak istedim ama beni tanımıyormuş gibi davrandı. Oysa beni tanıdığına adım gibi eminim, dedi.
Bu sözler üzerimizde şok etkisi yapmıştı. Özellikle de Müge'nin... Çünkü Prof. Göğebakar kaybolduğu için en çok o üzülmüştü. Şaşkınlıktan bir an konuşamadı. O zaman Mete ahizeyi ondan aldı. Jankat'tan bulunduğu otelin adını, adresini ve telefonunu istedi. Göğebakar ile ilgili sorular sordu.
Acaba Göğebakar herkese tuhaf bir oyun oynayıp, bu arada kendisi de beş yıldızlı bir tatil mi yapıyordu. Fakat bu düşünce bize dışarıda bekleyen ajan kılıklı adamları açıklamıyordu. Bir anda yapmayı düşündüğümüz plan anlamını kaybetti. Artık daha farklı düşünmemiz gerekiyordu. İlkerlerden ayrılırken Antalya'ya gitmeye karar vermiştik. Yalnızca bunun nasıl ve ne zaman olacağını bilmiyorduk.
Müge ve Dilek patenleriyle geri döneceklerdi. Dışarı çıkar çıkmaz. Peşindeki zenciyi karşısında görünce Müge'nin morali bozuldu. Gelirken onu atlattığını düşünüyordu çünkü.
- Sürekli takip ediliyor olmak oldukça sinir bozucu bir şey! dedi.
Müge sözlerini henüz bitirmişti ki, siyah bir araba Müge'ye doğru hızla yaklaştı. Müge'nin yanına geldiği zaman acı bir fren sesiyle durdu. İçinde yüzünü göremediğimiz bir adam uzanarak Müge'yi arabaya çekmek istedi. Müge çığlık attı. Dilek'in de ödü patlamıştı. Yine de Müge'yi kolundan çekerek adamın elinden kurtarmaya çalıştı. Bu korkunç mücadele sürerken zenci adam patenleriyle kayarak geldi. Müge'yi kaptığı gibi yerde yuvarlandı.
Bu olayı gören Hamza, Mete, Osman, İlker, Uluç, Batuhan, Tilda ve Yağmur, Müge'nin yanına koştular. Zenci adam Müge'yi kurtarır kurtarmaz ayağa kalktı ve hiçbir şey olmamış gibi kayarak uzaklaştı. Müge'nin dizi kanıyordu. Dilek kâğıt mendille dizinin üstüne basınç uyguladı. Ancak dizinin iyi bir pansumana ihtiyacı vardı.
Neyse ki o sırada Yağmur'un annesi geldi. Müge'yi yaralı halde görünce çok metanetli davrandı ve çığlığı bastı. Sonra da:
- Çabuk arabaya bin! diye bağırdı. Hepimizin ödü patlamıştı.
- Bağırma alışkanlığı genetik olmalı, dedi Batuhan. Kesin anneden kızlarına geçiyor!
Müge ise şoktaydı galiba.
- Patenleri var! Patenleri var! diyordu arabaya binerken. O sırada Müge'nin gördüğü, fakat bizim fark etmediğimiz bir şey olacağı aklımızın ucundan bile geçmiyordu. Zenci adam gri arabasına binmiş Müge'nin peşinden gidiyordu. Ayrıca Müge'yi kaçırmaya kalkan siyah araba Yağmur'un annesinin kullandığı arabanın önündeydi. Yani tehlike henüz geçmemişti. Bunu ilk fark eden Hamza oldu. Osman'la birlikte bisikletlerine atladıkları gibi Müge'lere doğru kestirmeden yola koyuldular. Uluç, Batuhan ve İlker kaykaylarıyla onlara katıldı. Yağmur'un annesinden önce Mügelere ulaşmak zorundaydılar. Bu konuda İstanbul trafiğinin kendilerine yardımcı olacağına inanıyorlardı.
Kestirmeden gidince Mügelerin evi o kadar da uzak değildi. Kaykaylı ve bisikletli grup on dakika bile olmadan Mügelerin evine ulaşmıştı. Birkaç dakika sonra önce Yağmur'un annesi, sonra siyah araba ve ardından gri araba geldi. Yağmur'un annesi az önce 'Hoşçakalın' dediği Osman, Hamza ve diğer çocukları karşısında görünce epey şaşırdı. Müge'yi eve çıkarıp annesine teslim etti. Sonra çığlık atmadan arabaya inip uzaklaştı. Dilek ve Tilda'yı da evlerine bırakması gerekiyordu.
Akşam her birimiz Müge'yi arayıp 'geçmiş olsun' dileğinde bulunduk. Nedense takip edilen dört arkadaşımız içinde en çok onun tehlikede olduğunu düşünüyorduk. Galiba bu durumu Müge de biliyordu.
***
Haftaya: Çingene kızı Mugi
İllüstrasyonlar: Sevgi İçigen
|
Sayı: |
225 |
Bölüm: |
Sınıf Öyküleri |
|
Karneliyiz, karnelisiniz, karneliler... |
Melek Çe
Yeryüzünün beyaza büründüğü harika zamanlar vardır. Kar taneleri çırpına çırpına iner yeryüzüne. Gökyüzüne bakıp heyecanla bekleyen yüzleri sevindirirler.
Okulların da karneye büründüğü zamanlar vardır. Kalbimiz heyecandan pır pır eder böyle zamanlarda. Yalnız bizim mi? Öğretmenlerimiz de çok heyecanlıdır, annelerimiz, babalarımız da…
Bizim okulumuz da karneye bürünmüştü bu sabah. Koridorlarda tatlı bir telaş vardı. Önlüklerimizi giymeden okula gelmiştik. Öğretmenimiz:
- İsterseniz serbest giyinebilirsiniz, demişti.
Bu işe en çok sevinen Yağmur oldu. Pembe kürkü andıran pembe tüylü bir kazak giymişti. Aslında hepimiz rengârenktik. Dilek kırmızı, Hasan kahverengi, İlker de üstünde BJK yazan siyah-beyaz kazağıyla gelmişti okula. Bir tek Tilda okul önlüğünü giymişti. Ama zaten mavi ona çok yakışıyor!
Karnelerimizi bekliyorduk. Öğretmenimiz gelmek bilmiyordu. Derken Çılgın Öğretmenimiz göründü kapıda. Yanında Külyutmaz Sınıf Annemiz de vardı.
- Heeey! Nasılsınız bakalım, diye seslendi Çılgın Öğretmenimiz.
- İ-yi-yiz öğ-ret-me-nim, diye cevap verdik hep birlikte.
Bu halimiz ona komik gelmiş olmalı ki gülerek sınıfa daldı. Külyutmaz Sınıf Annemiz ise kapıdan seyrediyordu bizi. Gülümsüyordu. Sanki çaktırmadan Tilda’ya bakıyordu. Çılgın Öğretmenimiz’in elinde karneler vardı.
- O karneler bizim mi öğretmenim, diye sordu Müge.
- Hayır, Müge’ciğim ne yazık ki sizin değil. Yeni öğrencilerimin, dedi.
- Ne kadar şanslılar, dedi Osman. Yani sizin gibi bir öğretmenleri olduğu için.
- Teşekkür ederim, dedi öğretmenimiz.
- Ben de size hediyeniz için teşekkür ederim, dedi Tilda.
- Ne hediyesi, diye sordu öğretmenimiz.
- İşte bu, dedi Tilda. Elinde harika bir hediye paketi vardı. Üzerinde de tıpkı Gizemli Kişi’nin yaptığı gibi “Tilda için” yazıyordu.
- Ah Tilda’cığım ne yazık ki onu ben göndermedim, dedi Çılgın Öğretmenimiz.
Doğrusu çok şaşırmıştık. Yoksa bu yeni bir gizemli kişi olayı mıydı? Tam da okulun son gününde! Çılgın Öğretmenimiz biraz düşündükten sonra:
- Ama biliyor musunuz bu konuda bir tahminim var, dedi.
Gülerek Külyutmaz Sınıf Annemiz’e bakıyordu. Sınıf annemiz birden çok heyecanlandı. Bir şeyler söylemek istedi. Ama aklına bir şey gelmemiş olmalı ki hiçbir şey söylemedi. Gitmek için birkaç adım attı, fakat sonra bundan vazgeçip Tilda’ya:
- Hediyeni beğendin mi peki, dedi.
- Ah, çok güzel teşekkür ederim, dedi Tilda. Yumuşacık ve harika bir atkı!
Çılgın Öğretmenimiz ve Külyutmaz Sınıf Annemiz, iki iyi arkadaş ve gizemli kişi!
İşte o anda sınıfımızda büyük bir aydınlanma oldu. Her şey gün gibi ortadaydı. Gizemli Kişi’nin bir ortağı vardı. Sınıfımıza kolayca girip çıkabilen, bizi tanıyan, her gün Dilek’ten sınıf haberlerini alan biriydi ve tam karşımızda duruyordu.
- Anneee, dedi Dilek.
- Kemiklerinizi kırarım sizin, dedi Sınıf Annemiz.
“Bu konuyu konuşmak istemiyorum!” demek istiyordu açıkça. Biz de konuşmadık. Çılgın Öğretmenimiz’le birlikte bize “İyi tatiller!” dileyerek sınıftan ayrıldılar. Giderken birkaç kez arkaya bakıp bize el salladılar.
Çok geçmeden sevgili öğretmenimiz elinde karnelerle geldi. Karnelerin arasında aylar, yıldızlar, kartopları, kardan adamlar, uzun kış geceleri, rüzgârın sesi ve tatlı sabah uykuları saklı gibiydi.
Öğretmenimiz sırayla karnelerimizi dağıttı. Yağmur heyecandan, “Ayyy!” diye çığlık attı. İlker oturduğu yerde sevinçten zıpladı. Jankat karnesini iyice inceledikten sonra büyük adamlar gibi:
- Puvez-vu appöle ön taxi, dedi.
Yani bana bir taksi çağırır mısınız, demek istiyordu. Karnesi çok iyiydi anlaşılan! Biz ona şaşkın bakarken:
- Şaka yaptım, dedi.
Öğretmenimiz bile güldü. Müge ve Tilda karnelerini karşılaştırdılar. Arada pek fark yoktu. Çünkü ikisinin de karnesi baştan sona pekiyiydi. Hepimiz mutluyduk. Öğretmenimize, “Hoşça kalın!” derken tatil heyecanıyla dopdoluyduk. Koridorlarda, okulumuzun bahçesinde, her yerde ellerinde karnelerle heyecanlı, sevinçli öğrenciler vardı.
Birazdan tatil başlayacak ve tatlı tatlı kar yağacaktı. Öykü kitapları, maceralar, upuzun masallar durağımız olacaktı. O durakta şimdilik bütün dersler için kırmızı ışık yanıyor.
|
Sayı: |
191 |
Bölüm: |
Sınıf Öyküleri |
|
Kızlar futbol takımı-1 |
Melek Çe
Bu yıl okulumuzda basket ve voleybol takımlarının yanı sıra bir de kızlar futbol takımının kurulmasına karar verildi.
Öğretmenimiz sınıfta bu duyuruyu yaparken gülmekten kendini alamadı. Çünkü kızlar futbol takımının belirlenmesi için önce her sınıfın kendi kız futbol takımını kurması gerekiyordu. Takımlar arasında bir turnuva düzenlenecek ve belirlenen iyi oyunculardan okulumuzun kız futbol takımı kurulacaktı. Öğretmenimizi dikkatle dinleyen İlker:
- Keşke erkekler futbol takımı kurulsaydı öğretmenim, dedi.
- Dileyelim o da olsun İlker. Ama şimdi sınıfımızın kız futbol takımını belirleyelim, dedi Öğretmenimiz.
- Bence önce gönüllü adayları tahtaya yazalım, dedi Osman. Öğretmenimizin:
?Kız futbol takımı için gönüllü olan var mı?? sorusuna yalnızca Dilek parmak kaldırdı.
- Peki ya sen Tilda? Sen de katılmak istemez misin, diye sordu Öğretmenimiz. Ne de olsa Tilda sınıfımızın en sportmen kızlarından biri.
Dilek yanındaki Emel?i ikna etmeye çalışıyordu.
- Ya ben futbol takımının resmini yapmayı tercih ederim, dedi Emel.
- Ben de onları haber yapmayı.
Müge?ydi bu. Bir yandan defterine bir şeyler yazıyordu. Yapacağı haberin manşetlerini hazırlıyordu herhalde.
Çok geçmeden acı gerçek ortaya çıktı. Sınıfımızdaki kızların sayısı bir takım kurmaya yetmiyordu. Zaten kızların çoğu futbol takımında oynamak istemiyordu. Bu durumda ya yan sınıftan transfer yapacaktık ya da birkaç erkek öğrenciyi takıma almak zorunda kalacaktık. Ne var ki, diğer sınıfların bu numarayı yutmayacakları açıktı!
Öğretmenimiz beden eğitimi öğretmeniyle kısa bir görüşme yaptıktan sonra sorun çözüldü. Belirlenen sınıf takımları eleme grubunda oldukları için altışar kişiden oluşturulacaktı. Böylece sınıfımızdaki bütün kızlar, takıma seçildiler. Yağmur kaleci olurken Derya, yedek kulübesine geçti. Zaman zaman Işıl ile yer değiştireceklerdi. Takım kaptanı Dilek oldu. Dilek aynı zamanda takımın en golcü olmasını beklediğimiz futbolcusu.
Öğretmenimiz:
- Bugün derslerden sonra ilk antrenmanımızı yapalım, dedi.
- Antrenman olursa biz de kalırız, dedi İlker.
Dersler bitti fakat sınıfımızdaki heyecan bitmedi. İlker her teneffüste Dilek?e taktik verdi. Tilda?nın spor ayakkabıları yanında değildi. Bu durum kısa süreli bir panik havası oluşturdu. Neyse ki Dilek?in sırt çantası yine imdada yetişti. Doğrusu Dilek?in sırt çantasına bir kez daha hayran kaldık. İçinde bir sporcu için gerekli olabilecek her şey var. Sakız, meyveli şeker, selpak, kalın çorap, eşofman, kafa, kol ve diz bantları ve ilk yardım için gerekli olabilecek yara bandı, sargı bezi ve stetoskop gibi birçok şey.
Derslerden sonra okulumuzun bahçesinde belirlediğimiz alanda buluştuk. Burası futbol sahası değildi. Ancak elemeler ve antrenmanlar için geçici olarak kullanılacaktı. Sahaya 5-C?nin kız futbol takımı da geldi. 5-C?nin en haşarı öğrencisi Ahtapot Nâlân da takıma girmişti. İlker ve Osman onu görünce pek hoşnut olmadılar. Bizim kız futbol takımı için eleme maçları kıran kırana geçecek demekti bu.
Öğretmenimiz sahaya geldiğinde bizim takım eşofmanlarını giyip sahaya çıktı. Öğretmenimiz onları koştururken Derya yedek kulübesinde oturdu.
- Ne de olsa ben yedek oyuncuyum. Maç boyunca bana ihtiyaç olmamasını diliyorum, diyerek esnedi.
- Boş ver Derya, sana ihtiyaç olursa, yedek kulübesinden çalım atarsın, dedi İlker.
Antrenman henüz yarılanmamıştı ki Yağmur:
- Bir adım daha atacak halim kalmadı ya. Zaten kalecilerin koşmasına ne gerek var, diyerek sahanın kenarına çıktı.
Işıl koşarken düştü ve sağ dirseğini yaraladı. Yalnızca küçük bir sıyrıktı, yine de:
- Annemi istiyorum, diye ağladı.
Daha da kötüsü Ahtapot Nâlân saha kenarında antrenmanı izleyen İlker?e bizim takımı göstererek:
- Sizi çiğ çiğ yiyeceğiz, dedi.
Bu sözler üstüne Uluç ona:
- Çiğ köfteci!
Jankat ise:
- Yamyam, dedi. Ahtapot?un damarına basmıştı. İyice sinirlenen Ahtapot Nâlân, İlker?e çelme atmak isterken yere düştü. Ayağa kalkınca, ?Size gününüzü göstereceğiz!? diyerek arkadaşlarının yanına gitti.
Artık iyi biliyorduk; 5-C ile yapacağımız maç bir onur maçı olacaktı.
İllüstrasyonlar: Cansu Kaykaç
|
Sayı: |
183 |
Bölüm: |
Sınıf Öyküleri |
|
Duygularımızı ifade etmeyi öğreniyoruz |
Melek Çe
Batuhan ve Yağmur hiç anlaşamıyorlar. Sabah ilk teneffüste Batuhan Yağmur'un pembe kaplı defterindeki bebek resmine bıyık yaptı. Yağmur, bıyıklı bebeği görünce çok kızdı.
batuhan'a:
- Bunu niye yaptın ya, niye yaptın, diye sitem etti.
Batuhan da özür dilemek yerine:
- Böyle daha güzel olmadı mı yani, dedi.
İlker ve Uluç bu sözlere güldüler.
- Defterin çok güzel olmuş ha ha! diyerek kahkaha attılar.
Yağmur'un tam anlamıyla tepesi attı. Sadece tepesi atsa iyi, eline ne geçerse İlker, Uluç ve Batuhan'a fırlattı. Fırlattığı silgi, kalem ve kalemtıraşlardan biri Mete'ye, biri Müge'ye, biri Hasan'a çarptı. Müge kendisine çarpan silgiyi Yağmur'a iade etti. Hasan ve Mete de tercihlerini iade etmekten yana kullandılar. Ne var ki, onların iade ettiği silgi ve kalemler Yağmur'un sırasına çarparak yere düştü.
Öğretmenimiz sınıfa girdiğinde alelacele toparlanma havasına girdik. Bu konuda çok da başarılı olduğumuz söylenemez. Yerdeki silgi, kalem ve kalemtıraşlar, sırasında öfkesinden "Iıııy! Iıııy!" yapan Yağmur, haylaz kahkahalar atan Uluç, Batuhan ve İlker üçlüsü bizi ele veriyordu.
Öğretmenimiz sakin bir şekilde masasına oturdu ve toparlanmamızı bekledi. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi ders anlattı.
İkinci teneffüste İlker ve Mete bir matematik probleminin sonucu yüzünden atıştılar. Ulaştıkları sonuç birbirinden farklıydı ve Mete, İlker'in doğru sonuca asla ulaşamayacağını düşünüyordu. İkisinin de Beşiktaş taraftarı olması bir şey değiştirmedi. Atışmaları, sıraların üstünde devam ederken öğretmenimiz derse girdi. Galiba bu kez uslu öğrenci havasına girmek bizi kurtarmayacak!
Neyse ki öğretmenimiz yine sakince masasına oturdu ve ders anlatmaya başladı. Dersimiz Türkçeydi. Kelimeler beyaz kanatlı kuşlar gibi uçuşuyorlardı havada. Kulaklarımızı kabartmış öğretmenimizi dinliyorduk. Bizi azarlamamıştı yine! Onu çok ama çok seviyorduk! Hamza, havada uçuşan o beyaz kuşları, galiba üzüm, muz, kayısı, fındık, ceviz, elma ve şeftali gibi görüyor. Ders boyunca bir şey çiğniyormuş gibi yanaklarını şişirip durdu.
Günün en korkunç teneffüsü üçüncü teneffüs oldu. Ahtapot Nalân İlker'in kayıp topu elinde, sınıfımıza girdi. Şaşkınlıktan küçük dilimizi yutacaktık neredeyse. Neyse ki insan, küçük dilin yutulmaması gereken bir şey olduğunu çabuk hatırlıyor.
- Galiba bu kirli ve eski top sizin, dedi Ahtapot alaylı alaylı.
İlker'in topunun üstünde, duvar yazılarına benzer yazıların yazılmadığı tek bir noktacık kalmamıştı. Üstelik hepsi de Beşiktaş aleyhineydi. İlker şoke olmuştu:
- Ne yaptın topuma dedi ve Ahtapot'un elinden topunu almak istedi. Batuhan:
- Yoksa onu sen mi aldın, diye sordu kızgınlıkla.
Ahtapot bu tepkilerden hoşlanmamıştı:
- Bana teşekkür etmeniz gerekirdi, dedi. Onu bahçede buldum.
- Biz de sanmıştık ki... Işıl cümlelerini tamamlayamadan sınıfa öğretmenimiz girdi.
Ahtapot da topu geri vermeden yıldırım hızıyla çıktı sınıftan. Arka sıralarda Uluç, Hamza, Batuhan, Hasan ve Jankat, Ahtapot'a söyleniyorlardı. Hamza:
- Eminim on iki tane kolu vardır diyordu.
- Bence beyninde de kolları vardır, dedi Abdullah.
- Sadece kol değil kirpi gibi dikenleri de vardır, dedi Batuhan.
Bu sözler televizyonda söyleniyor olsaydı yönetmen konuşmacıların seslerini iyice kısar ve izleyiciler bu sözleri duyamazlardı. Tabii sınıfımız televizyon stüdyosu değil. Öğretmenimiz de bu konuşmaları işitince kulaklarına inanamadı ve;
- Kulaklarıma inanamıyorum, dedi. Hoşlanmadığınız konuları da nazikçe dile getirirseniz, sorunlarınızı daha kolay çözüme kavuşturursunuz.
- Nasıl yani, diye sordu Işıl.
- Duygularınızı ifade ederek! Bir konudan hoşlanmadığınızı ya da zarar gördüğünüzü karşınızdaki kişiye anlatarak, dedi öğretmenimiz.
- Öğretmenim, Batuhan, benim defterimdeki bebek resmine bıyık yaptı, dedi Yağmur.
- Peki, o zaman bundan hoşlanmadığını arkadaşına nazikçe söyle, dedi öğretmenimiz.
- Yaptığın bıyık resmini hiç beğenmedim, dedi Yağmur.
- İstersen daha havalısını yapabilirim, dedi Batuhan ve sınıftaki herkes güldü.
- Ama bu en sevdiğim defter kabımdı. Öyle olmasa bile başkasına ait bir eşyaya zarar vermeye hakkın yoktu, dedi Yağmur.
Bunları söylerken gözleri doldu. Birinin kendisini anlamasını istiyordu. Doğrusu ona gülmeye hakkımız olmadığını biliyorduk. Üstelik Yağmur'un ağlamasına hiç alışık değiliz. Çığlık atsa daha iyi!
Sıra İlker ve Mete'ye gelmişti.
- Tamam, doğru cevabı sen buldun, dedi İlker. Ama öyle kendini beğenmişsin ki, seni tepelemek geliyor içimden!
- Kendimi beğenmişlik yapmıyorum. Bu konuyu çok iyi bildiğimi sana anlatmaya çalışıyorum, dedi Mete. Yine de böyle davranmak yerine doğru cevabı nasıl bulduğumu anlatmalıydım.
Böylece sınıfımızda her şey tatlıya bağlanmıştı. Fakat Ahtapot Nalân'a duygularımızı nasıl anlatacak ve İlker'in topunu nasıl geri alacaktık? İşte bu soru karşısında havada beyaz kanatlı kuşlar gibi uçuşan kelimeler birer birer yere düştüler. Ne de olsa, bazen duygularımızı ifade etmeye kelimeler bile yetmez!
|
Şifreyi kim biliyor? |
Melek Çe
Yaz tatili, ders yılı boyunca hayalini kurduğumuz her şeyi yapabileceğimiz zamandır. En azından öyle düşünürüz. Oysa dünyada en hızlı geçen şey tatildir ve yaptığımız yolculukların, okuduğumuz kitapların, yeni edindiğimiz uğraşların, yıldızlı akşamların tadı daima damağımızda kalır.
Biz de tatilin başlamasından bu yana birçok şey yapmıştık. Şehir dışına çıkanların çoğu gittikleri yerden dönmüştü. Ancak henüz yolculuk fırsatı bulamayanlarımız da vardı. Jankat onlardan biriydi.
Okulların açılmasına henüz haftalar vardı. Arkadaşlarımızla yaptığımız telefon görüşmeleri gittikçe çoğalıyordu. Galiba birbirimizi özlüyorduk.
O gün de Mete yeni öğrendiği satranç numaralarını göstermek için bizi evine davet etmişti. Hayretten ağzımızı bir karış açmaya ve küçük dilimizi yutmaya hazır bir halde Meteler’de toplandık. Harika numaraları olduğunu düşünüyorduk çünkü.
Külyutmaz Sınıf Annemiz bizi getirip götürme işini üzerine aldı. Okul aile birliğinin başkanı olarak, okul servislerinden biri onun emrine verilmişti. Aslında okul müdürüne “kemiklerini kırarım senin!” diyerek gözünü korkuttuğunu ve servise el koyduğunu tahmin ediyorduk.
Emrinde bir servis olunca, sınıf annemiz veliler için geziler düzenlemeye başladı. Henüz okullar kapanmadan önce, velilerimizin boğaz turuna çıktığını, Topkapı Sarayı’nı gezdiğini, Çanakkale’yi ziyaret ettiklerini biliyorduk.
Sonuç olarak okulumuzda kırılan, boyaları dökülen kapı ve pencereler daha kısa sürede tamir edilir, laboratuvar malzemeleri daha kolay bulunur oldu.
Müdür bey de, öğretmenlerimiz de gidişattan hoşnuttu. Öyle ki, müdür bey külyutmaz sınıf annemizin yaz tatilinde de gezi düzenlenmesine izin verdi. Ne var ki, Sınıf Annemiz yaz tatilinde çalıştıracak ve “Kemiklerini kırarım senin!” diyecek bir şoför bulamadı. Böylece geçici bir süre için direksiyona kendisi geçti. Bu durum en çok bizim işimize yaradı tabii. Ne zaman gitmek istediğimiz bir yer olsa, sınıf annemiz imdada yetişiyordu.
O gün de:
- Çocukları okul dönüşü alırım, diyerek, bizi Mete’nin annesine teslim etti. Giderayak Dilek’in kulağına bir sürü tembihte bulundu. Biz bu konuşmanın yalnızca: “Kemiklerini kırarım senin!” bölümünü duyduk.
Mete’nin annesi bizi içeri alırken gülümsüyordu. Geleceğimizi bildiği için bir sürü hazırlık yapmıştı. Mutfaktaki tepsileri gören Hamza çok sevindi. Mete’nin odasına yerleşir yerleşmez, yerinden kalkıp mutfağın önünden geçmeye ve masanın üzerinde hazır bekleyen böreklere, kurabiyelere ve keklere bakmaya başladı. Sonunda Mete’nin annesi dayanamayarak onu mutfağa davet etti. Eline bir tabak kurabiye tutuşturduktan sonra yanımıza gönderdi. Galiba Hamza’yı çok sevdi. Odaya her girip çıkışında Hamza’nın yanaklarını sıkarak:
- Oh! Oh maşallah, dedi.
Hamza kurabiyeleri yerken biz satranç tahtasını hazırlamakla meşguldük. Kaleyi atları, filleri ve piyonları güzelce dizdik.
Jankat’ı babası getirmişti. Bugün bizimle birlikte geçireceği son gündü. Ailesiyle birlikte tatile çıkıyorlardı.
- Gideceğimiz çok yer var. Annem bu yaz da Göreme’yi göremezsem ölürüm, diyor. Babam da önce Göreme’ye sonra da Antalya’ya gideriz, dedi. Neyse gittiğim yerlerden size kart atarım.
Tilda, Yağmur ve Dilek; Meteler’e ilk kez geliyordu. Bir süre etrafa tedirgin bakındılar. Hiçbir eşyaya dokunmamaya özen gösterdiler. İlker ise ilk kez gelmesine rağmen her yeri karıştırdı. Mete’nin bütün oyuncaklarına, kitaplarına tek tek baktı. Bir ara Mete’ye:
- Amma da çok kitabın varmış, dedi.
Bu sözler üzerine Mete sevdiği kitaplardan birini ona hediye etti. Bir casusluk macerasıydı bu. O gün belki ilk kez Mete ve İlker iyi anlaştılar. Hatta İlker Mete’yi futbol oynamaya davet etti.
Konuşmalarımız bitince Mete yeni numaralarını göstermek için yere oturdu. Biz de etrafında halka olup izlemeye başladık. Üç hamlede mat, rok, çoban matı gibi numaralar ilginçti. Fakat Mete bunlarla kalmayıp ünlü satranç şampiyonlarına maç kazandıran hamleleri de anlattı. Müge dikkatlice izliyordu. Mete ile yarım kalan satranç maçını henüz unutmamıştı.
- Şimdiki numaralar için bir yardımcıya ihtiyacım var, dedi Mete. Uluç onun karşısına geçti. Cepleri kabak çekirdekleriyle doluydu. Otururken bir kısmı yere döküldü. Batuhan yere dökülen kabak çekirdeklerini avucunda toplayıp çitletmeye başladı.
Mete anlattıkça satrançta onu kimsenin yenemeyeceğine daha çok inanıyorduk. Müge nedense bu durumdan rahatsız oldu:
- Ama bilgisayarı yenemez, dedi. Kasparov da bilgisayara yenilmişti.
- Bu doğru, dedi Mete. Ama benim bilgisayarı yenmeme çok az kaldı. Her gün bunun için çalışıyorum.
-Bize de göstersene, dedi Batuhan.
Mete’nin bilgisayarla yapacağı maçı çok merak etmiştik. Bilgisayarını açması için Mete’ye ısrar ettik. Işıl:
- Ne olur aç, ne olur aç, diye yalvardı.
Bu kadar ısrara dayanamayan Mete bilgisayarını açtı. Bilgisayar şifreliydi. Yani her isteyen Mete’nin bilgisayarını açamaz! Sanırım o anda hepimiz şifreli bir bilgisayarımızın olmasını diledik. Mete satranç CD’sini bilgisayara yerleştirdi:
- Satranç programını yeniden yüklemem gerekiyor. Çünkü babam dün satranç oynadıktan sonra programı sildi. Galiba bilgisayara yenildiği için çok kızdı, dedi.
Konuşmamızı Mete’nin annesi böldü. Mutfaktan Mete’yi çağırıyordu. Hamza’nın beklediği an gelmişti sonunda. İkram tabakları hazırlanıyor, bardaklara meyve suyu dolduruluyordu.
Biz de bilgisayarın başında CD’nin açılmasını bekliyorduk. Bir süre beklememize rağmen açılmadı. Bilgisayar ekranında “Password” yazıyordu.
- Şifreyi girmemiz gerekiyor. Yoksa açılmayacak, dedi Osman.
- Şuna bak CD’yi bile şifrelemiş, dedi Batuhan.
- Sanırım şifreyi bulabilirim dedi İlker ve bilgisayarın başına oturdu.
Üçüncü tahmininde şifreyi tutturdu.
- Galiba Mete ile iyi anlaşmaya başladığımızı CD de biliyor, diye bir de espri patlattı.
Buna yalnız Hamza güldü. Geri kalanların ağzı bir karış açık kalmıştı. Hayretten küçük dillerini yutacak gibi olmuşlardı.
- Yeni bir satranç numarası mı bu, diye sordu Müge.
- Her şey hazır, mutfağa gelebilirsiniz, dedi Mete kapıdan. Fakat bilgisayar ekranını görünce o da şaşırdı.
- Başka bir CD mi koydunuz, dedi.
- Hayır, bu senin bilgisayara yerleştirdiğin CD, dedi İlker.
O anda bilgisayara yerleştirdiğimiz CD’nin bir dizi korkunç ve gizemli olayın başlangıcı olacağını hiçbirimiz bilmiyorduk. Bunu nereden bilebilirdik ki!
***
Haftaya: Tuhaflıklar zinciri
İllüstrasyonlar: Sevgi İçigen
|
Sayı: |
220 |
Bölüm: |
Sınıf Öyküleri |
|
Sportmen dilek |
Melek Çe
Ahtapot Nalân?dan İlker?in futbol topunu henüz geri alamamıştık. Çözüm yollarımız tükenmişti. Önce, İlker futbol topunu nazikçe istemeyi denedi. Sonra sırayla Hamza, Mete, Uluç, Emre ve Müge bunu denediler. Ne var ki bazı durumlarda nezaketin kâr etmediği çok açık!
- Nezaket, yalnızca bir konuşma dili değil, bir haldir, dedi Yağmur. Ahtapot?un hali de hiç nazik değil.
- Öyleyse biz de başka bir yol deneriz, dedi Müge.
- Nazik olmayan bir yol mu mesela, diye sordu Işıl.
- Hayır, sportmen bir yol, dedi Dilek.
Dileğin fikri ilginçti; ama henüz açıklığa kavuşmamıştı. Onu ilgiyle dinliyor ve çok takdir ediyorduk. Sonunda Müge, Emel ve Dilek?ten oluşan bir heyet oluşturarak Ahtapot Nalân?a gönderdik. Geri kalanlarımız 5-C?nin kapısında bekliyordu. Çok geçmeden küçük heyetimiz Ahtapot?un yanından döndü. Hem de yüzlerinde memnun bir ifadeyle!
Öğle teneffüsünde okulumuzun spor salonunda toplandık. Çünkü Ahtapot ve Dilek önce koşu, sonra da tırmanma yarışı yapacaklardı. 5-C?den birkaç öğrenci de Ahtapot?a tezahürat yapmak için gelmişti.
Dilek sırt çantasından çıkardığı eşofmanlarını ve spor ayakkabılarını giydi. İki yarışmacı yerlerini aldığında spor salonunda çıt çıkmıyordu. Yağmur, pembe kurdelesiyle bir işaret bayrağı yapmıştı. Bayrak havada bir süre bekledikten sonra ansızın yere indi. Dilek ve Ahtapot koşmaya başladılar. Biz de tezahürat yapmaya.
Aramızda en heyecanlı İlker?di. Jankat, Cem, Osman, Hamza bir yandan İlker?e bir yandan da Dilek?e destek veriyorlardı. Kızlar ise hiç aralıksız ?Dilek! Dilek! Dilek!? diye bağırıyorlardı.
Sonunda beklediğimiz sonucu aldık ve Dilek yarışı kazandı. Nalân da pek üzgün görünmüyordu. Ama sıra duvara tırmanma yarışına geldiğinde, oyunbozanlık yaptı. Bu yarışın spor salonunda değil, okulumuzun dış duvarından, sınıfa tırmanma yarışı olması gerektiğini savundu.
Doğrusu bu kolayca göze alamayacağımız bir durum. Bir kere sınıflarımız ikinci katta. Yakalanırsak hem biz hem de öğretmeniniz çok zor bir durumda kalabiliriz.
- Bu işi spor salonunda bitirelim, dedi İlker.
- Evet, böyle olmalı, dedi Hamza.
- O zaman tırmanma ve iniş ikisini birlikte yaparız, dedi Nalân.
- Kabul, dedi Dilek.
Spor salonumuzda tırmanış yapabilmemiz için sıralanmış demirler vardı. Ahtapot ve Dilek demirlerin önüne geldiler. Yağmur?un bayrak işaretiyle tırmanmaya başladılar. Bu kez Nalân yarışı önde götürüyordu. Onun tırmanışını görünce, yarışı neden okul duvarında yapmak istediğini anlamıştık. Başarısını herkese gösterebilecekti böylece.
Dilek zorlu bir rakipti fakat kabul etmek gerekir ki, tırmanma konusunda Ahtapot daha iyiydi. Tepeye ilk tırmanan da o oldu. Dilek bir ayak geriden izliyordu onu. Son demire ulaştıktan sonra inişe geçtiler. Nalân demirlere tutunmuyor adeta yapışıyordu. Tam bir ahtapot gibiydi yani. Üstelik çok da hızlıydı. Bu durumda Dilek?in yarışı kaybedeceği kesin görünüyordu.
İki yarışmacı inişi yarılamışlardı. Nefeslerimizi tutmuş bekliyorduk. İşte o sırada Dilek yüreğimizi ağzımıza getiren bir şey yaptı. Birkaç saniye onun havada uçtuğunu gördük. Demirleri bırakıp aşağı atlamıştı. Ayakları yere değince takla atarak oturdu ve kıvranmaya başladı. Hiçbirimizin beklemediği bir şeydi bu. Beklemediğimiz bir başka şey de okul aile birliğimizin biricik başkanıydı. Dilek?i üç metreden atlarken görmüştü.
Yarışma ve İlker?in futbol topu aklımızdan uçup gitmişti. Telaşla Dilek?in yanına koştuk. O henüz annesini görmemişti. Yüzümüzdeki panik ifadesini görünce:
- Kandırdım! Kandırdım! diyerek ayağa kalktı. İşte o zaman ?Kazandık! Kazandık!? diye çığlık atarak Dilek?in etrafını kuşattık. Dilek?in annesi de derin bir ?Oh!? çekti ve:
- Kemiklerini kırarım senin, diyerek Dilek?e sarıldı.
Ahtapot epey bozulmuştu. Yine de:
- Yiğidin hakkı yiğide, diyerek Dilek?i tebrik etti. Tabii biz de sırayla Dilek?i tebrik ettik. Özellikle de İlker. Futbol topuna yeniden kavuştuğu için çok mutluydu.
Böylece sınıfımıza döndük. İlker, topun üzerindeki Beşiktaş aleyhtarı yazılara fena bozuldu. İkide bir bu yazıları okumaya kalkan Emel ve Işıl?a
- Ya yapmayın! Başka işiniz mi yok? Hem bunların hiçbiri gerçek değil! diyerek söylenip durdu. Sonunda Yağmur ona bir paket ıslak mendil verdi ve:
- Bununla yazıları sil istersen, dedi.
Her şey yoluna girmiş gibi görünüyordu. Derken:
- Bakın, sıramda ne var, dedi Dilek.
Kocaman bir hediye paketiydi bu. Şaşırmıştık. Dilek paketi açarken merakla bekledik.
- Bir tırmanma halatı! Tam istediğim şey! dedi Dilek.
- Peki, ama bunu sırana kim koymuş olabilir, diye sordu Müge.
- Tabii ki gizemli kişi dedi İlker.
O meşum soru yine karşımızdaydı işte: ?Kimdi bu gizemli kişi??
|
Sayı: |
180 |
Bölüm: |
Sınıf Öyküleri |
|
|
Çingene kızı Mugi |
Melek Çe
Bir tiyatro ya da sinema oyuncusu olmanın en iyi yanı sık sık kılık değiştirebilmektir. Kılık değiştirmek müthiş eğlencelidir. Bir dövüş ustası, masal kahramanı, gizli ajan, denizci, gezgin veya arkeolog olmanız mümkündür oyunculukta. Bu işin tek sıkıcı yanı sık sık kostüm değiştirmek zorunda kalmaktır. Hatta üzerinizde sevdiğiniz bir kostüm olsa bile.
Bir de bilinmeyen bir yan etkisi vardır oyunculuğun; insanın rolüne kendini fazla kaptırması ve gerçekte kim olduğunu unutarak rolünü gerçek sanması!
Aslında bu yalnızca oyuncuların başına gelmez! Gerçek hayatta da kendisini olmadığı biri gibi düşünen çok sayıda insan vardır.
Biz ise hayalimizdeki kişi olmadığımız için hayıflanıyorduk bu günlerde. Özellikle Müge'yi korumaya almamız gerekirken. Fakat bunu nasıl yapacaktık? Gizli ajan, bir gezgin veya bir dövüş ustası değildik.
Başımıza gelenler bir filmde yaşanıyor olsaydı işimiz çok kolay olurdu. Müge'ye gizli bir kimlik verir, onu kötü adamların asla bulamayacağı bir yere gönderirdik.
Ne var ki yaşadığımız bir film değildi. İçinde bulunduğumuz şartlar da Müge'yi uzak bir yere göndermeye uygun değildi. Okullar açılmıştı. Gerçi okulumuzun ilk günü ajan kılıklı adamların gölgesinde geçmişti. Hemen dışarıda beklediklerini biliyorduk. Okulun dört bir köşesini tutmuş ve çevreyi gözlem altına almışlardı. Sonraki günlerin de ilk günden farkı yoktu.
Neyse ki Hamza bir dedektif gibi düşünüyor ve aklımızın ucundan bile geçmeyecek çözümler üretiyordu.
O gün de üçüncü teneffüste pencereden bakarken birden dikkat kesildi. Tilda'ların oturduğu lojman sınıfımızdan rahatlıkla görülebiliyordu. Hamza bir süre lojmana baktıktan sonra bakışlarını yan yana oturan Tilda ve Müge'ye çevirdi. Sonra ikisinin oturduğu sıranın yanına gelip fısır fısır bir şeyler söyledi. Müge ve Tilda başlarını sallayarak cevap verdiler. İkisinin de gözleri parlamıştı.
Hamza tam ders zili çaldığında toplantı işareti yaptı. Bu işareti, bir voleybol milli maçından ilham alarak bulmuştu. Voleybol maçlarında antrenör takımına yeni bir taktik vermek istediği zaman mola alıyordu. Bunun için mola hakkını bitirmemiş olması ve bir elini yere yatay bir şekilde tutarken, diğerini ona dikey olacak şekilde dokundurması gerekiyordu.
Hamza bir elini dikey tutarken, diğer elin parmaklarını başparmak etrafında bir araya toplayarak, dikey konumda tuttuğu eline dokunduruyordu. İşte bu toplantı işaretimizdi. Toplantı en yakın zamanda yani öğle tatilinde yapılacaktı.
Öğle tatilinde Müge ve Tilda dışında tam sayı sınıfta toplanmıştık. Bu toplantıda Müge, Mete, Osman ve Hamza'nın durumuyla ilgili olarak diğer arkadaşlarımızı bilgilendirdik. Hasan çok merak ettiği için okulun kapısına ajan kılıklı adamlara bakmaya gitti. Emel'in korkudan dudağı uçukladı. Derya:
- Kâbus gibi, dedi.
Işıl'ın sesi soluğu kesildi ve neredeyse sıranın altına saklandı. Abdullah, Cem ve Emre:
- Onları kıskıvrak yakalayalım, dediler.
- Onun da sırası var, dedi Hamza. Ama öncelikle Müge'nin güvenliğini düşünmeliyiz.
O sırada sınıfımızın kapısı açıldı. Tilda yanında bir akrabasıyla sınıfa girdi. Daha önce Tilda'nın akrabalarından birini görmemiştik. Tabi o akrabalardan birinin Müge'ye çok benzediğini hiç bilmiyorduk. Hatta onun Müge olabileceği aklımıza bile gelmezdi!
Müge başına yemeni bağlamış ve kulağının kenarına kırmızı karanfil takmıştı.
Üstelik önlüğünü çıkarmış basma bir etek ve çiçekli bir gömlek giymişti. Tilda:
- Arkadaşlar sizi teyzemin kızı Mugi ile tanıştırayım dedi.
Uluç:
- Çok inandırıcı olmuş ya, diyerek hayretini gizleyemedi.
Gerçekten de çok inandırıcı olmuştu. Hayranlıkla Mugi'ye bakıyorduk.
- Okuldan çıkarken elime bir demet çiçek alacağım. Beni böyle kesinlikle tanıyamazlar, dedi. Mugi
- Peki, öğretmenimiz böyle giyinmenin sebebini sorarsa ne diyeceğiz, diye sordu Dilek.
- Bir tiyatro hazırladığımızı ve rolüme uyum sağlayabilmek için bir süre böyle giyineceğimi söyleyeceğim, dedi Mugi.
Hamza planı yapmıştı. Mugi birkaç gün Tilda'larda kalacaktı. Bunun için akşam annesinden izin alması gerekiyordu. Mazereti hazırdı. Tilda ile ders çalışacaklar, ödev hazırlayacaklardı.
- Böylece güvende olursun. Okulun kapsındaki güvenlik görevlisi de gece veya gündüz okul bahçesine yabancı birinin girmesine izin vermez, dedi Hamza.
- Bu çok akıllıca, dedi Batuhan. Gerçekten de öyleydi.
- Hem geceleri bekçi köpeklerini de serbest bırakıyoruz, dedi Tilda. İki kangal köpeği!
Bu planın birinci aşamasıydı.
İkinci aşamada ajan kılıklı adamları tuzağa düşürüp yakalayacaktık. Belki onları konuşturmayı bile başarabilirdik. İşin içinde bir de siyah araba vardı. Fakat o kötü günden beri bir daha görünmemişti. Acaba arabada yüzünü saklayan adamların ajan kılıklı adamlarla nasıl bir ilgisi vardı. Patenli zenci Müge'yi onlardan niçin kurtarmıştı? Aralarındaki bir rekabet miydi, yoksa düşmanlık mı?
Tabi Profesör Göğebakar meselesini unutmamamız gerekiyordu. Ona bir şekilde ulaşmalı ve CD'lerin sırrını öğrenmeliydik. CD'ler şimdilik güvendeydi. Bu içimizi rahatlatıyordu. Fakat içlerindeki bilgiler kozmik gizli olduğu için bu konudan kimseye söz edemiyorduk.
Bildiğimiz tek şey bu olayın artık çözülmesi gerektiğiydi. Bilmediğimiz şey ise, biz bir hamle hazırlığındayken, karşı tarafın bizim için nasıl bir hamle tasarladığı idi. Üstelik bu hamlenin şok edici etkilerini önceden tahmin etmemize imkân yoktu.
***
İlüstrasyonlar: Sevgi İçigen
|
|
Bugün 9183 ziyaretçi (14794 klik) kişi burdaydı! |
|